Dünyalı Olmak ya da Olmamak

Ozan Özkan, Mart 2025

Sanat Dünyamız, Bahar 2025

Memed Erdener ve Betül Aksu’nun eserlerinin yer aldığı “Ses Uyumu” sergisini iki sanatçının pratiğinin kesiştiği ve ayrıştığı noktalar üzerinden değerlendirdik.

İzmir Kemeraltı’da, Piyaleoğlu Han içinde yer alan Hayy Open Space, 9 Ocak - 1 Mart tarihleri arasında, Memed Erdener ile Betül Aksu’nun sanat pratiklerini bir araya getirdiği “Ses Uyumu” sergisini ağırladı. İsmini Türkçedeki ses uyumu kuralından alan sergi, dilin verili kurallarının dışında alternatif bir gramer yazımını, insan icadı daimi yabancılığı, merkezin yitirildiği ve her şeyin parçalandığı bir dünyada mucizevi kazaların tahayyülünü, yüksek titreşimiyle gündeliğin sessizliğini kuşatan sesli harfleri, ilkokul yazı defterinde can bulan dijital bir diyaloğu bir araya getiriyor. “Ses Uyumu”, ismine tezat oluşturacak şekilde herhangi bir sesin eşlik etmediği, kolektif üretime odaklanmayan, uyumun kovalanmadığı bir sergi. Birbirlerine aynı soruları soran ama yanıtları yalnızken veren iki kişinin mekan paylaşımı olarak da tanımlanabilir.

Farklı pratik ve deneyimlerden gelen iki sanatçıyı kısaca tanıtmak gerekirse: Lisans eğitimini dilbilim üzerine alan Betül Aksu, pratiğinde gündelik yaşamın sınırlarının nasıl ortaya çıktığını inceleyen, tekrar ve kategorizasyon gibi kavramlara odaklanan, tüm bunların dile etkisini, dille kurulan ilişkiyi merkeze alan bir sanatçı. Sanatçı Memed Erdener ise 1990’lı yıllardan bugüne, disiplinlerarası üretimlerinde muhalif siyasi bir içerikle ironiyi odağına koymakta. Hayy Open Space’in bir araya getirdiği sanatçıları ortaklaştıran ise dile olan ilgileri. Sanatçıların sergi sürecindeki diyaloğu da yayına dönüştürülmüş. Sergiyle aynı adı taşıyan kitabın tasarımı Umut Altıntaş’a ait. Bilindik bir söyleşi formatından uzak olan kitap, pekala serginin parçası bir iş, Umut Altıntaş da serginin üçüncü sanatçısı olarak kabul edilebilir. İlkokul yazı defteri formatında basılan kitapta dialoglar akarken, cümleleri taşıyan çizgiler dağılıyor ama cümleler sabit bir biçimde diziliyor. Kişisel hafızalar, alternatif geçmişler, sayıklamalar, isim verilen durumlar, ifşa edilen konumlar ve çeşitli dil oyunları metni bir araya getiren ögeler olarak sıralanabilir. İkilinin diyaloğunun sona erdiği yerde ise sayfalar tekrar bilindik defter formatına dönüyor ve çizgiler usulca alışıldık yerini alıyor.

Hayy Open Space’in iki katına yayılan sergide ise izleyiciyi girişte bir duvar yazısı karşılıyor. Bu yazı da kitaptaki gibi, kerameti kendinden menkul bir diyalog ya da art arda denk düşmüş birer iç monolog olarak okunabilir. Aynı duvara bakan iki farklı hafızanın fragmanları olarak da görülebilir.

Nerelisin?

Betül Aksu’nun mekana yayılan ve merdivenleri kateden “nereli eki” serisi, alternatif bir gramer yazımı sunuyor. Defter kağıdı üzerine karbon mürekkebin kullanıldığı 14 parçadan oluşan serinin ilk parçasında, bu yeni gramerin kuralı tanımlanıyor. Serinin geri kalanı ise kurala göre dizilmiş, “nerelisin” sorusuna alan açan örneklerden oluşuyor. Bu uygulamalı anlatım, ilkokuldaki dilbilgisi öğrenme pratiklerini canlandırıyor. Mekanda hareketi zorunlu kılan seri, sanatçının dünyaya gözlerini açtığı evden başlayıp, giderek genişleyen döngüsel bir rota belirliyor. Bizi bir noktaya sabitlemeyi amaçlayan “nerelisin?” sorusu, bu sefer hareketle yanıt buluyor.

Betül Aksu’nun önerdiği gramere göre: Sözcüğün köküne yapılan ekle nereli olduğunu belirtme hali devre dışı kalıyor ve nereli olduğunu belirten sözcüğün kendisi bir ek haline geliyor. Nereli olduğu ifade edildiğinde, şahıs eklerine göre çekimlenip kağıdın her iki köşesinde, olumlu-olumsuz olmak üzere bir ikilikle yazılıyor. Bu şablonla Betül Aksu Türkçenin bilindik yapısının içinden kuralını kuruyor. Diğer yandan mekan boyunca peşimize düşen ya da peşine düştüğümüz “nerelisin?” sorusu gündelik hayatın içinde artık çoktan erittiğimiz kategorizasyonu görünür kılıyor. Bu kategorizasyon, tasnifleme ve günün sonunda bir ad verme tutkusu, özel veya kamusal alan fark etmeksizin hayatlarımızı işgal etmiş durumda. Çünkü nereli olduğumuz başkalarının, kurumların ya da devletlerin yanıtı; fiziksel özelliklerimizden bize atanan memleketler, dünyanın kimi kapılarını kapatan pasaportlarımız, kim ve nereli olduğumuzu söyleyen on bir basamaklı vatandaşlık numaralarımız…

Serinin mekana dağılımı sebebiyle, ben hareket ettikçe nereli olduğum veya olmadığım da değişiyor. Lokasyonlar büyüdükçe, sayfaları ortadan ayıran kırmızı ip giderek uzuyor. Ancak bu takip, ansızın bir kesintiye uğruyor. Memed Erdener’in sekiz parçadan oluşan serisi, bir blok halinde duvarda karşıma dikiliyor.

Her Kaza Bir Mucizedir

Öyle ya, her kaza Inarritu filmlerindeki gibi kişilerin hayatını mahvedecek diye bir kural yok. Kahır tecellisi olmak dışında işlevleri de olabilir. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanında Giselle aşk için şunları söyler: “Birbirimize rastladık, otomobil kazası gibi bir olay bu, insana otomobil çarptı mı, yoluna devam edemez. Şimdi iyileşene kadar birlikte olmak zorundayız. Sonra yolumuza devam edeceğiz.”1 Sevgi Soysal’ın Yeşilçam’daki mucizevi ve trajikomik kazalara derinlik katan bu tanımı etkileyicidir. Aşk pekala bir kaza olabilir. Araba kazaları her zaman aşkla hemhal olmasa da ilk bakışta her türlü nedensellikten arınmış gibi duran bir erotizmi de bazen beraberinde getirebilir. Tıpkı Cronenberg’in kült filmi Crash’te olduğu gibi. Filmde Vaughan bir kaza fotoğrafçısıdır. Büyük projesi insan bedeninin modern teknolojiyle yeniden şekillenmesini incelemektir. Araba kazalarından büyük haz duyar. Bu kazaların yıkıcı değil verimli olduğunu, insanın içindeki meşaleyi ateşlediğini ve seksüel enerjiyi harekete geçirdiğini söyler. 1996 yılından bakınca modern teknolojiyle insan bedeni ilişkisini araba kazaları üzerinden okumak oldukça yeni olabilir tabii. Peki ya bugünün dünyasında verimli ya da mucizevi kazalar nasıl tahayyül edilebilir?

Memed Erdener, Her Kaza Bir Mucizedir serisinde, bir nevi Vaughan’ın yerine geçiyor denilebilir. Kontraplak üzerine akrilik sekiz resimden oluşan seri; türlü kazalardan çıkmış hasarlı bedenleri, insansonrası bir dönemi ve doğanın bilgisini bir araya getiriyor. Vaughan’ın arabalarının yerini ise Memed Erdener’in bitkileri alıyor. Çesitli hasarlarla dolu, yaralı bedenler seri boyunca bitkilerle kuşatılmış durumda. İnsan bedenini merkeze yerleştirmeyen kaotik bir tahayyül bu. Ya da insan bedenini merkeze koyan inancın bir eleştirisi… Memed Erdener’in mucizevi kazalardan kastı, belki de bugünkü dünyanın bir kaza geçirmesidir. Mucizevi bir kaza, kim bilir, belki de bir yapraktan en tasarruflu şekilde bir yaşamın nasıl kurulacağını öğretebilir.

Seriye aynı zamanda, serginin ismini akla getirecek şekilde, Türkçenin sesli harfleri eşlik ediyor. Titreşimi yüksek, dudaklardaki hareketi büyük, takıntıya uğramadan bir sedaya dönüşebilen sesli harfler, başka bir açıdan, gündelik hayatımızın en primitif reaksiyonlarını oluşturur. Bu sekiz harf; şaşkınlığın, korkunun, tiksintinin, öfkenin ya da sevincin ifadesine tek başına bürünebilir. Bazen hafızanın bizi zorladığı, kelimeleri aradığımız gergin bir konuşmanın boşluklarını doldurup, asalak sesler olarak ağzımızdan çıkabilir. Cümlelerin bittiği yerde tek başına bir anlam yaratıp sessizliği bozabilir. Bilindik kelimelerin olmadığı, her şeyin adının yok olduğu verisiz bir dünyada, elimizde kalacak yalnız yine bu harfler olacaktır belki. Hala şaşırmak, tiksinmek, korkmak ve sevinmek bir şekilde var olacaktır ne de olsa. Hiç değilse bir çığlık, yankı yapan bir feryat.

Kafamı çevirdiğimde, iki pencere arasında, nereli eki serisinin son parçasıyla karşılaşıyorum. Dünyalı olup olmadığına dair bir ikilik var bu sefer. Sayfayı ortadan yaran, gittikçe uzayan kırmızı ip ise artık yok. Mekan burada bitiyor.

Referanslar

1 Sevgi Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s. 154.